Öz Şefkat-2- Başkalarına Gösterdiğin Şefkatin Birazını da Kendine Gösterebiliyor Musun?

Acı şeyler yaşamak insan olmanın doğal bir parçası. Hemen her insan hayatında zor yaşantılarla karşılaşabilir. Önemli olan deneyimlemekte olduğun sırada acılarını ve başarısızlıklarını görüyor, anlıyor ve ortaya çıkan olumsuz duygularını yargısızca yaşayabiliyor musun? O ana dikkatini odaklayıp duygu ve düşünceleri dengede tutabiliyor musun? Ve en önemlisi de acı, ıstırap, başarısızlık ve yetersizlik duyduğun zor zamanlarında kendine karşı sevecen ve nazik olabiliyor musun? Kısaca başkalarına gösterdiğin şefkatin birazını da kendine gösterebiliyor musun? Öz şefkat kavramını kendin için uygulayabiliyor musun?
“Hayat her zaman kötü değildir. Bırak da sana güzelliklerini sunsun.”
Bırak! İzin ver kendine. Söylemesi ne kolay; yapması ne zor. Bunca kişisel gelişim kitabı boşuna mı yazılıyor; boşuna mı bu kadar çok satmaları? İnsan yapamıyor çünkü. En azından öyle hemencecik kolaycacık gerçekleştiremiyor bunu. Doğumundan itibaren hatta bazı görüşlere göre doğumundan bile önce kendine kodlanmaya başlamış olan acıları, travmaları, yoksunlukları, sevgisizlikleri, eksiklikleri, kusurları bir kenara bırakıp da “Dur şöyle bir hayatın güzelliklerinin tadını çıkarayım.” diyemiyorsun. Ya da her zaman olmuyor en azından.
Neden?
Bazı görüşler çoook geriden başlatıyor nedenleri aramayı. Atalarımızın suçlarının ya da travmalarının bile ceremesini çektiğimizi, bedelini ödemeye çalıştığımızı söylüyor. Bunun üzerine bir kitap okumuşluğum vardır. “Seninle Başlamadı” Mark Wolynn’in kitabı. Kitap şöyle bir açıklamayla başlıyor: Kendi deneyimimden, eğitim ve klinik uygulamalarımdan öğrendiğim şey şu ki cevap sadece kendi hikayemizin içinde değil. Ebeveynlerimizin ve hatta onların ebeveynlerinin içinde bile olmayabilir. Son yapılan bilimsel araştırmalar travmaların etkilerinin bir nesilden diğer nesle geçebileceğini aktarmaya başladı. Bu ‘miras’, bilinen adıyla kalıtsal aile travmalarının konusunu oluşturuyor. Ortaya çıkan kanıtlar sistemin gerçekliğini doğruluyor. Kalıtımsal zincirde yer alan acı her zaman kendi kendine sona ermeyebilir ya da zamanla azalmayabilir. Asıl travmayı yaşayan kişi ölmüş, hikayesinin üstü örtülmüş ve yıllar içinde saklı kalmış olsa bile, hayat tecrübesine ilişkin parçalar, anılar ve hisler yaşamaya devam edebilir. Âdeta şu an yaşayan kişilerin zihinlerinde ve bedenlerinde çözüm bulmak için geçmişten günümüze uzanır.
Yani, hayatımızdaki tıkanmaların, düğümlerin bizimle başlamadığını; geçmişin izlerini takip edip oradaki düğümleri çözebilir oradaki travmalarla aramızı düzeltebilir en azından anlayabilirsek kendi hayatımızda da takılmadan yolumuza devam edebileceğimizi iddia ediyor.
Bir de çok etkilendiğim görüşlerine çok saygı duyduğum Nihan Kaya var. O da en çok Alice Miller’dan etkileniyor sanırım. Özellikle ailelerin, toplumların önce çocuklukta sonra da yetişkinlikte bireyler üzerindeki olumsuz etkilerini anlatıyor döne döne. ‘İyi Aile Yoktur’ kitabının bir bölümünde şöyle diyor: Olumsuz ruh hallerine sebep olan şeyin, insanın iç sesinin kendisine karşı sertleşmesi olduğundan söz etmiştim. Burada bahsettiğim türde bir iç ses, yüzünüze doğru parmak sallayarak size yanlış yaptığınızı söyleyen, hatta ihtar eden, size bir doğruyu dikte ederek o doğruya uymanızı bekleyen, uymadığınız, adapte olmadığınız takdirde size kendinizi ‘yanlış’, ‘yetersiz’, ‘başarısız’, ‘kötü’ ve daha birçok olumsuz şey hissettiren bir iç ses. Suratımıza bu şekilde parmak sallayan bir iç sesi, tabii ki anne-babalarımızdan, öğretmenlerimizden, büyüklerimizden öğrendik, bunu ne kadar yumuşak şekillerde yaparlarsa yapsınlar.
O içimizdeki sese böyle bakınca, çoğu zaman bizi durduran; korkularımız, endişelerimiz üzerinden harekete geçmemize engel olan; hep eleştiren, eksiklerimizi, hatalarımızı hiç durmaksızın bize sayıp döken; geceleri uykularımızı kaçıran; içimize işleyen o ses ebeveynlerimizin, toplumun sesiyse eğer “içimdeki çocuğun sesi” nerde? Neden bu kadar az ve derinden duyuyorum? Sormadan edemiyorum doğrusu.
Tüm bunlar yetmezmiş gibi bir de aklımız başımıza geldiğinde, kendimizi bilen bireyler olduğumuzda yaşadıklarımız var. Bize yaşatılanlar…
İster atalarımızdan miras yoluyla aktarılmış travmalardan olsun; ister ebeveynlerimiz tarafından bize dayatılan şeyler olsun; ister tamamen yaşıyor olmanın verdiği birtakım sıkıntılar… Neye inanırsak inanalım, sebeplerimiz ne olursa olsun kendimiz için yapabileceğimiz birtakım uygulamalar var. Birtakım yollar yöntemler. Bunları inceleyen araştıran insanlar var. Sonuçlarını diğer insanların hizmetine sunan kişiler. Hal böyleyse bunu kendimize borçluyuz. Kimse bizi bizden daha iyi anlayamaz çünkü. Birilerinin bizi tam da bizim istediğimiz biçimde anlamasını, üstüne bir de isteklerimizi yerine getirmesini beklemek çılgınca bir düşünce. En sevdiklerimiz, en yakınlarımız, çok iyi niyetli olsalar, bizi çok seviyor, çok düşünüyor olsalar bile tam olarak ne istediğimizi bilemez, içimizden geçeni çözemez dolayısıyla gerçekleştiremez de. Hele hele hayatını bizim iyi olmamıza vakfedemez; etmez. Bu sağlıklı bir durum da değildir zaten. Dedik ya bunu kendimize borçluyuz diye. Çünkü kimse bizim için yapamaz. Kaç yaşında olursak olalım, hayat bize ne yapmış olursa olsun. Ah, vah edip yakınmayı bir kenara bırakmak zorundayız. Kendimizi düştüğümüz yerden bilmem kaçıncı kez kaldırmak zorundayız.
Peki nasıl olacak bu? İnanıyorum ki; öz şefkat yoluyla. Kendimizden başkalarına gösterdiğimiz o şefkatin birazını da kendimize göstermeyi başardığımızda olacak. Çok sevdiğim yazar Buket Uzuner “İki Yeşil Susamuru, Anneleri, Babaları, Sevgilileri ve Diğerleri” kitabında baş kahramana şöyle sesleniyordu: Kendi kafanı, kendinin en büyük düşmanı olacak yönde geliştirmişsin. Oysa hakim ve savcılık kadar, avukatlık da yapabilsen, biraz da kendini kendine karşı savunabilsen çok daha keyifli olacak yaşantın, yaşantımız.

2 Yorum