FAKAT MÜZEYYEN BU DERİN BİR TUTKU

Ben, O değilim ya da O, Ben değil!..
Demem o ki: Bu filmdeki Müzeyyen, bu blogdaki Müzeyyen değildir; yahut oradan esinlenilmemiştir. Merak edenlere duyurulur. Filmdeki Müzeyyen, bir sahnesinde aynanın karşısında iki farklı kadın gördüğünden bahseder. Bizim Müzeyyen ile onun arasında da işte öylesi bir fark bulunuyor.
Oradaki Müzeyyen çekip gitmeyi biliyor. Buradaki Müzeyyen ise hep kalan oldu gidenlere özenen…
Filmi izlediniz mi? İzlemediyseniz ve ilişkileri sorgulayan naif şeyler izlemeyi seviyorsanız tavsiyemdir. 2014 yapımı bu filme bir bakın derim. İlhami Algör’ün (1995) aynı adlı romanından uyarlanmış. Erdal Beşikçioğlu ve Sezin Akbaşoğulları’nın oyunculuklarını da görmezden gelemeyiz tabii. Ama en çok da insanın yüreğine dokunan cümlelerin varlığından bahsetmek gerek bence.
“Tütünümü, anahtarımı aldım, evden tam çıkıyorum, bir şeyin eksik olduğunu, eksik olanın ruhum olduğunu fark ettim. Önemsemedim.”
Bu nasıl bir cümledir. İnsan ruhunu yanına almayı nasıl unutur da bir de üstüne önemsemez? Bu cümle kitaptandı. Filmde de böylesi etkileyici cümleler var elbet. Alın işte benim beğendiklerim. İzlemeyenler, spoiler olur derse yazının bundan sonrasını okumasın. Filmin hikayesini zaten anlatmadım, izleyin görün.
“ Kadının gözlerinin içinde, bir çukur ya da kuyudaymış gibi bir yerlere sıkışmış da yardım istermiş gibi bakan yabancıya sırtımı döndüm ve kendi kendime üçüncü şahıs mevzuunda direndim. Direnen tarafım filmlerimizin, şiirlerimizin racon adına kendine ihanet eden üçüncü şahıs…”
“ Hayat böyle bir şey işte belki de ayrılıklarla az acılı bir ölüm provası yapıyoruz. Ne kadar çok ayrılık o kadar hazırsın ölüm acısına.”
“Bazen insanlar biri yarım sanıp iki yaparak tamamlamaya çalışırlar. Oysa iki lanet bir sayıdır. Kendine yetmez hep üçe koşar. Bu yüzden arkadaşlarımın evlenmesi hep hüzünlendirir beni.”
“Bizim buralarda kadınlarımız ayıp, yasak, günah üçgeninde sıkıştırılmış vaziyettedir. Ama öyle görünüyordu ki, Müzeyyen bu üçgeni çoktan yırtmış yerine bir şeytan üçgeni yaratmıştı.”
“Sence de hayat harikulade güzel, harikulade saçma bir şey değil mi?”
“ Müzeyyen’deki tuhaflığın ne olduğunu sonunda anlamıştım. Müzeyyen hiç flört etmiyordu. Gözlerini kaçırmıyor, heyecanlanmıyor, dili sürçmüyor, dudaklarını ısırmıyor, kendinden bahsetme konusunda en küçük bir heves göstermiyordu. Ya beni etkilemek gibi bir derdi yoktu; ya da beğenilmeye çok alışıktı.”
“ Bir şeyin kalbini kırması için illa yanlış olması gerekmez ki…”
“Güzellik para gibi bir şeydir; ancak sahip olanlar önemsiz olduğu yalanını söylerler.”
“Gerçeğin birazıyla yetinemezsin gerçeğin hepsine ihtiyacın var.”
“Gerçek bir yazar insan ruhunun karmaşasını görmezden gelemez öyle değil mi?”
“Bazen sadece ‘çıt’ sesi duyarsın ; bu sesi duyduğun zaman da gitmen gerekir. Bazen bi eşyadan gelir, bazen 3. Bir şahıstan.
“Diyelim ki gitmedin. Ne değişecekti?
Sevişirdik, sabahları beraber uyanırdık. Ben senden önce kalkardım. Senin uyuyuşunu izlerdim. Sonra sen uyanırdın. Bana gülümserdin. Sabahları çayı tek şekerli içtiğini günün diğer saatlerinde şekersiz içtiğini biliyor olurdum. O ilk şekeri ben atardım çayına, zarifçe şekeri eritişini izlerdim. En çok boynundan öpülmeyi sevdiğini biliyor olurdum. Sonra dışarı çıkardık; dışarıda yağmur yağıyor olurdu; şemsiyeyi almazdık; sırılsıklam olurduk; sonra sen bana sokulurdun ama saçağın altına hiç girmezdik. Sonra sen üşütürdün. Ayakların buz gibi olurdu. Ben sana en sevdiğin mavi çoraplarını getirirdim. Sonra bayramları babaannenin mezarına ziyarete giderdik. Hayatta en sevdiğin kadın için ağlayışını izlerdim senin. Hiçbir şey yapmazdım; gözyaşlarını silmezdim; seni teselli etmezdim. Orda öylece ağlayışını izlerdim senin. Başka insanların mezarlarının arasında dolaşarak hayatın ne kadar şahane bir şey olduğunu düşünürdüm. Sonra, sonra hiçbir şey yapmazdık. Öylece otururduk. Çok bilinmeyenli bu sorunun yanıtını arardık. Hayat bizi yalancı çıkarana dek bildiğimiz cevapları doğru sanırdık..”

S.G.

2 Yorum